Seslerin Anımsattığı [*]
“Daha iyi, iyinin düşmanıdır.”[1]
Müziğin sesleri, haykırışları…
Rahmi Saltuk’dan Fikret Kızılok’a sesler…
Moğollar’ı bilen, hatırlayan kaç kişi kaldı acaba?
Ya da J. Saramago’nun, “Damarlarımdaki kan gibisin; varlığını her an hissetmiyorum ama yokluğunda yaşayamam,” betimlemesine layık olan Beethoven, Chopin, Beatles, Sosa ve ötekiler…
Hani G. P. Telemann viyola konçertosu… Stamitz viyola konçertoları… V. A. Mozart viyola ve orkestra için senfoni konçertosu… A. Rolla viyola konçertoları… J. Brahms viyola ve piyano için sonat… B. Bartok viyola konçertosu… P. Hindemith Schvanendreher-v. Valton viyola konçertosu…
Bunları dinleyip de “Yete gıyankum ga kez nıman mi tangutyun, yes inchbes yem gıyankin nayel ejan achkov,”[2] diyen Ermeni Atasözünü anımsamamak mümkün mü?
* * * * *
‘Mesih Oratoryosu’, ‘Rahip Zadok İlahisi’, ‘Su Müziği’ gibi bugün bile hâlâ popüler eserlerin bestecisi Handel, günümüzde J. S. Bach’la birlikte, Barok dönemin en kusursuz iki bestecisinden biri olarak değerlendirilir.
İnsanlığa sayısız muhteşem ezgi bırakan, insan sesiyle yapılabilecek her şeyi, kendi dönemi içerisinde yapmış olduğuna inanılan bu görkemli yaratıcı, 14 Nisan 1759 tarihinde dünyamızdan ayrılmıştı.
Günümüzde J. S. Bach, Barok müziğin en saygı duyulan, Handel ise en tutkuyla bağlanılan bestecisi hükmündeydi.
* * * * *
“Tanrı beni neşeli bir kul olarak yarattığına göre ona neşeyle hizmet etmemi de hoş karşılayacaktır muhakkak,” diyen Joseph Haydn; dinledikçe insana sonsuz huzur ve keyif veren, neşeli, hoppa, şakacı eserlerinin ilham kaynağını da böyle açıklıyordu…
31 Mayıs 1809’da ölen Avusturyalı besteci Haydn, müzikte klasik dönemin, sözcüğün tam anlamıyla “babasıydı”.
Günümüzde, sadece Mozart ve onun inanılmaz dehasıyla özdeşleştirilen ‘müzikte klasik dönem’in harcını karan, yapı malzemelerini geliştiren kişiydi O.
Kendisine Haydn tarafından miras bırakılan, mükemmele ulaştırılmış müzik formlarıyla, etkisi yüzyıllarca sürecek eserler bestelemek ise, tüm zamanların en büyük müzik dâhisi Mozart’a düştü. “Klasik dönemin en büyük bestecisi” denildiğinde akla hemen Mozart’ın gelmesi bundandır.
Haydn ne yazık ki uzun yıllar Mozart’ın baş edilemez dehâsının gölgesinde kaldı. Müziği, XIX. yüzyıl romantizminden XX. yüzyılın ikinci yarısına kadar “hafif, derinliği olmayan, yüzeysel” gibi birtakım alçaltıcı tanımlamalarla anılageldi.
* * * * *
Erdal Atabek’in, “Sevgiyi biliyor muyuz? Benim olmadığı zaman da sevmeyi biliyor muyuz? Benden olmadığı, benim gibi olmadığı zaman da sevmeyi?” sözünü anımsatan Dalida…
O, 1960, 70 ve 80’lerde popüler müziğin diva’sı…
Çoğunlukla Les Gitanes adıyla bilinen ‘Gitane’, ‘Buenos Noches Mi Amor’, ‘Lazzarelle’, ‘Le Petit Chemin de Pierres’, ‘Tu Peux Tout Faire de Moi’ arife tarif gerektirmeyen parçalarıyla…
Sonra da bir gün, “Beni affedin, hayat benim için dayanılmaz oldu…” notuyla sona erdirdiği yaşamıyla…
* * * * *
Ne yazıktır ki Knut Wicksell’in, “İnsan meyvenin çekirdeğini taşıması gibi ölümü kendi içinde taşımaktadır,” sözündeki gibi oldu bu kez de…
O da bırakıp gitti bizi; adı Jean Ferrat’dı; 1960’lı ve 1970’li yıllarda politik ve lirik şarkılarıyla ünlenen, bir dönem Fransız radyo ve televizyonlarında yasaklanandı…
79 yaşında yaşama veda etti. Siyasal görüşlerini ve şiirsel aşkları yansıttığı şarkılarıyla O hep soldaydı…
Hem yazar, hem besteci, hem de yorumcu ve gerçek adıyla Jean Tenenbaum 23 Aralık 1930’da dar gelirli, Rus Yahudisi kökenli bir ailenin dördüncü çocuğu olarak, Paris’in Batı banliyölerinden Vaucresson’da dünyaya geldi. 11 yaşındayken babası binlerce Fransız Yahudisi gibi Ausschwitz ölüm kampına sürüldü. Küçük Jean hayatta kalışını kendisini saklayan komünist militanlara borçludur. Hiçbir zaman parti üyesi olmayan Jean son nefesine kadar sola, devrimcilere, komünistlere minnettar ve sadık kalacaktır.
II. Dünya Savaşı günlerinde Alman işgalcilerin elinden komünist bir direnişçi tarafından kurtarılan Ferrat, babasının Auschwitz kampına gönderilmesinin öyküsünü “Nuit et Brouillard/ Gece ve Sis’ adlı şarkısında dile getirmişti. Bu şarkı, 1963’te Charles Cros Akademisi Plak Büyük Ödülü’ne değer görülmüştü.
Şarkıcılığa 1950’lerin başlarında Paris’teki bir gece kulübünde başlayan Ferrat, 1956’da en sevdiği şairlerin başında gelen Louis Aragon’un ‘Elsa’nın Gözleri’ adlı şiirini bestelemiş, Andre Claveau’nun söylediği bu şarkı büyük ün kazanmıştı. Ferrat’nın en sevilen şarkıları arasında ‘La Montagne/ Dağ’ ve ‘La femme est l’avenir de l’homme/ Kadın Erkeğin Geleceğidir’ de bulunuyordu.
1960’lı ve 1970’li yıllarda lirik aşk şarkıları ve politik şansonlarıyla ünlenen Ferrat’nın ‘Potemkin’ ve “Ma France/ Benim Fransam’ gibi şarkıları, Fransız hükümetinin radyo ve televizyona baskı uyguladığı 1960’larda yayından kaldırılmıştı.
1967 yılında Küba’yı ziyaret eden Fransız sanatçı, dönüşünde bestelediği “Cuba, si/ Küba, evet’ adlı şarkıda bu ülkeyi “yoksul ama özgür” diye nitelemiş, şarkı o dönemde çok popüler olmuştu.
Evet, evet O yalnızca 60’ların moda, 68 neslinin “angaje” bir müzisyeni değildi. İnsanın içini ısıtan bir ses; has ipekten dokunmuş kadife kadar zarif, insanı şefkatle saran bir üslupla ezgiler yazmış okumuştu.
Ferrat’nın ölümüne ilişkin olarak yakın dostu olan Michel Drucker, “Bugün tüm Fransa, tüm bir kuşak yas tutuyor” diyerek Ferrat’yı Fransız şansonunun büyük ustalarıyla kıyasladı: “Önce Jacques Brel, Georges Brassens, Leo Ferre, sonra Jean Ferrat… O, Mohikanların sonuncusuydu.”
Ve cenaze töreninin sonunda mikrofon tutulan 30 yaşlarında genç bir adamın, “Bir tek onun sesi bende mücadele etme isteği ve gücü yaratıyor. Şiirleri, şarkıları hayatta tutunacak hiçbir dalım kalmasa bile bana şu dünyada haksızlıklara direnme arzusu veriyor,”[3] diye betimlediği isyandı…
O isyanını meydanlarda, şenliklerde şarkılar söyleyerek haykırdı.
Ondan geriye Nazi kurbanlarına ithaf edilmiş, belki de en duygulu ve isyan ettirici şarkı, ‘Nuit et brouillard/ Gece ve Sis’ (1963), Ardèche dağlarının muhteşem Ferrat türküsü ‘La Montagne/ Dağ’, romantik ‘Aimer à perdre raison/ Aklını kaybedercesine sevmek’, ‘Potemkin’, ‘C’est beau la vie/ Hayat Güzel’, ‘L’amour est cerise/ Aşk Kirazdır’, “La femme est l’avenir de l’homme/ Kadın İnsanın (Erkeğin) Geleceğidir” kaldı…
* * * * *
‘So Long Marianne’, ‘Suzanne’, ‘First We Take Manhattan’, ‘I’m Your Man’…
Sonra ‘Dance Me To The End of Love’dan ‘Sisters of Mercy’ye…
Ve ille de ‘I Tried to Leave You / Seni Terk Etmeyi Denedim’…
Bunları; “aydınlık tebessümüyle hayata zarifçe tutunmuş bir bilge”[4] olarak betimlenmeyi hak eden O söyledi…
“Cohen olmasaydı ‘Suzanne’, ‘Partisan’ ve ‘First We Take Manhattan’ ve de ‘Famous Blue Raincoat’ gibi müthiş şarkılar/şiirler hayatımıza girmemiş olacaktı… Şarkı söyleyen Leonard Cohen ise gerisi teferruattır…” Tuğrul Eryılmaz’ın deyişiyle…
“Tütsülenmiş bir ses”dir O.[5]
Ya da “Sahnede bir şair, müzisyenden farklı durur. Beklentisi dinleyiciden yüksektir. Biz ona ister şair, ister militan muhalif, ister melankolik, ister depresyonun kralı, ister ihtiyar kurt diyelim Leonard Cohen mikrofonu iki elinin arasına alıp ses verdiğinde ürpermemek zordur… Şarkılarında yalnızlığını paylaşmaz, derdini anlatır ama küçük bir pencereden ışığın sızmasına izin verir. Tutkuludur…”[6]
Veya Wilhelm Reich’ın, “Çevrendekileri alçaltarak değil, kendini gerçekten yücelterek büyüyebilirsin,” diye tarif ettiklerindendir…
* * * * *
Kubilay Mutlu’nun işaret ettiği gibi, çok farklıydı gitarı Victor Jara’nın, [7] hem de pek çok…
Vladimir Çernişev görmüştü onun son anlarını ve muhabirlik yaptığı gazetenin sayfalarında şöyle anlatıyordu yaşananları: “Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı refakatçisiyle gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.”
16 Eylül 1973 tarihinde yaşanmıştı bunlar, Victor Jara sadece gitar çalıp şarkı söylüyordu, ama korkuyorlardı ondan. Çünkü onun şarkılarının en büyük düşmanı darbeci Pinochet’ydi. Şarkıları susmasın istiyordu, daha güzel bir dünya istiyordu. İnsanların yoksulluktan ölmediği bir dünya…
Bunun içindir ki S. Kierkegaard’ın, “En çok yaşamış olan, uzun yıllar yaşamış olan değil, yaşamının anlamını en fazla anlamış olan insandır,” sözünü doğrulamıştı Victor Jara…
“Devrimci şarkıcı olmanın yalnızca politik şarkılar söylemek anlamına geldiğine inanmıyorum. Devrimcilik halkımızın değerlerini emperyalizmden kurtarmaktır.”diyen O Şili’de yeni şarkı-türkü hareketinin öncülerindendir.
* * * * *
Hani sözleri Yusuf Hayaloğlu’na, müziği ve bestesi Ona ait olan ‘Vakit Tamam’da, “Vakit tamam seni terk ediyorum/ Bu incecik bir veda havasıdır/ Parmak uçlarına değen sıcaklık/ İncinen bir hayatın yarasıdır/ Kalacak tüm izlerin hayatımda/ Gözümden bir damla yaş aktığında/ Bir yer bulabilsem seni hatırlatmayan/ Kan tarlası gelincik şafağında/ Ölümse korktum savaşsa hep kaçtım/ Vur kendini korkularda hadi al/ Seninle bir bütün olabilirdik/ Hoşçakal iki gözüm hoşça kal,” diye haykıran Ahmet Kaya…
Hani sürgünde öldürülen, 12 Şubat 1999’da, ölmeden çok önce katledilen Ahmet Kaya…
Anımsar mısınız? 12 Şubat 1999’da Magazin Gazetecilere Derneği’nin ödül törenine katılan Ahmet Kaya sahneye çıkıp önce ödülünü aldı. Ardından da yakında Kürtçe bir klip çekeceğini söyledi. Ve sahnedeki Kaya çatal bıçak yağmuruna tutuldu. Eşi Gülten Kaya o geceyi şöyle anlatmıştı:
“Serdar Ortaç sahnede okuduğu şarkı sözünü bir anda değiştirerek, “Bu devirde kimse sultan değil padişah değil. Atatürk yolunda Türkiye! Bu vatan bizim, ellerin değil!” diyordu. Bu şarkı üzerine iyice gerildi ortam. Şenay Düdek Ahmet’e, “Sünnetsiz pezevenk” diye bağırıyordu. Sonra Ercan Saatçi, Tuncay Önder, Erdal Acar ve onun bir grup adamı vardı provokasyon grubunun içinde.
Bir başkası, Reha Muhtar çıkıp memleket bölündüğü için memleketim şarkısını okutuyor. Birden 10. Yıl marşı sahne alıyor. Herkes hezeyan içinde… Zaten grup psikolojisi böyledir, insanlar katılmak zorunda da hissediyor kendilerini…”
Gülten Kaya O gece Ahmet Kaya’nın başına gelenleri hep anlattı ama o geceden dışarıya yansıyan isim sadece Reha Muhtar, Şenay Düdek ve Serdar Ortaç oldu. Bir de Ahmet Kaya’ya atılan çatalların önüne kendini siper eden Mehmet Aslantuğ’un ismi duyuldu. Gülten Kaya isimleri teker teker saymaktan hep imtina etti.
Balçiçek Pamir o gecenin videosunu yayımladı ve isimleri şöyle saydı: “Kimler var kimler ben görüntülerden şöyle görüyorum, İbrahim Tatlıses, Mahsun Kırmızıgül, Ajda Pekkan, Kadir İnanır, Edip Akbayram, Mustafa Topaloğlu, Özcan Deniz var ve bu isimlerin hepsi de 10. yıl marşını ayakta söyleyen isimler”di…
Ahmet Kaya’ya saldıran o lanetli isimler yaşıyor mu? Yoksa ölen Ahmet Kaya değil de onlar mı?
* * * * *
“Aram Tigran, isminin hem Kürtçe hem de Ermenicedeki anlamı gibi huzur, dinginlik, sakinlik taşıyordu sesinde. Herkesin çocukluğuna, ilk gençliğine ve bugününe sesinden bir iz düşürdü. En öfkeli anlarda bile bağışlayıcı olmanın sesiydi Aram…”[8]
1934 yılında Suriye’de, Kamışlı’da doğdu. Babası ise Türkiyeliydi. Sason’da doğmuştu. Ermeni Tehciri sırasında onlara Kürt bir aile sahip çıkmıştı. O yüzdendir ki Aram’ın ailesi Ermenice değil de Kürtçe konuşuyordu. O yüzdendir ki Aram Kürtçe müzik yaptı. Daha yirmili yaşlara varmadan müziğe babasının diretmesiyle ud çalarak başladı. 1966 yılında Ermenistan’daki nüfus azaldığı için Ermenistan’a gitti. Orada müziğe daha da yoğunlaştı. Düğünlerde çalmaya başladı. Sonrasında bir düğünde cümbüşü keşfedince ud çalmaktan vazgeçip bütün ömrü boyunca sadece cümbüş çaldı. Adı cümbüşle özdeşleşti.
On sekiz yıl boyunca Erivan radyosunda çalıştı. O zamanlardan itibaren adeta müziğindeki renk gibi fısıltı yoluyla insanların arasında sesi dağıldı. Kendini göstermeden görünür oldu. Her yerde dinlenmeye başlandı. ‘Ey Dilberê’ herkesin dilindeydi. Aşık olan da söylüyordu bu şarkıyı, savaşan da…
Sonra yine göç yolları göründü ona. Sason, Kamışlı, Erivan derken bu defa Avrupa’ya geçti. Sanatına orada devam etti. Yıllardır sadece sesini duyduğumuz Aram bu defa bize gözle görünür oldu (Diyarbakır’a konsere geldiğinde de el üstünde tutulur olmuştu). Bize bir amca, bir baba, yakın bir akraba gibi göründü. Bizi anlayan, duyan, dermanını derdin içinde bulan bir akılmenddi aslında O…
Bizlere “Dıb’at quş’at ilono glaf i qlaftayde dıb’at quş’at ‘amo manı’ lişone”[9] Süryani Atasözünü anımsatan “Aram Tigran verdiği söyleşilerde sık sık Kürtlere borcunu ödemeye çalıştığını söylerdi…
Bu topraklarda Aram’ın sesini dinleyerek büyüyen üç kuşak var. Aslında onun kişisel tarihi, bu toprakların acı gerçekliğinin tarihidir aynı zamanda. Batman Sason’a bağlı bir köyde yaşayan babası, 1915 saldırılarından kurtulup Suriye Qamişlo’ya sığınabilen birkaç köylüden biridir. 1934 yılında Qamişlo’da dünyaya gelir. Aram 15 yaşına geldiğinde, düğünlerde, şenliklerde, içki masalarında cümbüş çalıp klam okuyan bir müzisyendir. Yavaş yavaş halk arasında tanınır.
Aslen Ermeni olan Aram, ailenin diğer bireyleri gibi Kürtçe’yi anadili gibi konuşur, önceleri sadece Kürtçe okur. Daha sonra repertuarına Ermenice’yi de ekler. Buna Türkçe, Arapça şarkılar dahil olur. 60’larda Suriye’de tanınmış bir sanatçıdır artık. Diğer ülkelerdeki Kürtler arasında da ünü duyulur.
O yıllarda Sovyet yönetimi Ermenistan Devlet Radyosu bünyesinde dünyadaki ilk Kürtçe radyo yayını kabul edilen Radyoya Yerevan’ı kurar. Hem radyo yönetiminin ısrarı hem de Aram’ın isteğiyle, yeni mekânı Erivan olur. Kürtçe ıslık çalmanın bile suç olduğu zamanlardır bu yıllar. Ama radyo dalgaları sınır tanımaz.
Sınırların da sınırı bir yere kadardır. Gizli gizli dinlenen bu radyo, her gün yapılan 2 saatlik yayın ile Kürtler için adeta bir ayin/ terapi/varoluş olur.
Bu sınır tanımayan kanalda onun sesi ve cümbüşünün ezgisinin duyulmasıyla, Aram Dikran efsanesi başlar. Kısa zamanda halk arasında çok sevilir. Klamları dilden dile dolaşır. Onunla bütünleşmiş Ey Dîlberê şarkısı tabiri caizse hit olur.
O dönemlerde albüm yapma olanakları yoktur. Ama özellikle Türkiye’de radyo kayıtlarından alınan klamları evlerde ya da mahalle kasetçilerinde biraraya getirilip el altından satılır. Bu şekilde yapılmış ona yakın kaset Ortadoğu’da elden ele dolaştırılır. 60 yıllık müzik yaşamına 400’e yakın klam sığdıran üstadın maalesef sadece bazı eserleri son yıllarda profesyonel olarak albümleştirildi. Başta Şiwan Perwer ve Ciwan Haco olmak üzere birçok Kürt müzisyen onun klamlarını okudu.
90’lara gelindiğinde Sovyetler’in yıkılmasıyla, Aram’ın üçüncü sürgünlüğü başlar. Yeni durak Atina’dır. İnsan bir kere köklerinden koparılınca bir daha tutunabilmesi zordur. Yıllarca sığınmacı olarak yaşadığı Yunanistan’da hasret olduğu dedelerinin topraklarını görme şansı olur. Pasaportunu alıp hareket özgürlüğü kazanınca ilk dileğini gerçekleştirir, babasının topraklarını görmeye gider…”[10]
Aram Yunanistan’da vefat ettiğinde 75 yaşındaydı…
* * * * *
Yaşadıklarıyla, yarattıklarıyla hasılı mücadelesiyle Halil Cibran’ın, “İnci, kum tanesinin etrafına ızdırabın ördüğü mabeddir,” sözünün doğrulayan halk müziğinin usta yorumcusu Ruhi Su’yu 20 Eylül 1985’de yitirdik…
Ezgilerimize, türkülerimize kendine özgü yorumuyla çağcıl ve devrimci bir içerik kazandıran Ruhi Su, 68 kuşağının da müzik alanında vazgeçilmez sanatçısıydı.
Ruhi Su bir sanatçı olmanın ötesinde, gerçek bir sosyalistti. Bu uğurda işkenceler görmüş, hapisler yatmış, acılar çekmiş bir insandı. Sanat yaşamının ayrılmaz bir parçası durumuna gelen sazını da sözünü de hep bu yolda kullanırdı. Kâh sel olup taştı halkına kavuştu, kâh Alevi nefesi olup Anadolu toprağına karıştı. Ne yaptıysa halkı ve ülkesi için yaptı. Acılar çekti ama yerinmedi; koştu ama yorulmadı. Hasta yatağında ölümle pençeleşirken bile yasaklarla savaştı.
Tedavi olmak için yurtdışına gitmesine bile izin verilmedi.
Yani egemenler tarafından katledildi…
* * * * *
Ahmet Kaya’dan Selda Bağcan’a; Sabahat Akkiraz’dan Edip Akbayram’a birçok yorumcunun eserlerini seslendirmeyi sürdürerek ölümsüzleştirdiği Aşık Mahsuni protestoda ve muhalefette tavizsiz bir ozandı…
Maraş’ın Berçenek köyünde başlayan yolculuğu, Köln’de sona eren Aşık Mahsuni Şerif’in insancıllığı, seslendirilen eserleriyle yaşıyor.
Temeli Ruhi Su ve Sümeyra Çakır tarafından atılan protest ve muhalif müziği, kırdan kente yönelterek kitleselleştirmeye çalışan en önemli isimlerden birisi de Aşık Mahsuni Şerif’tir.
Kökü Hallac-ı Mansur’a, Seyyid Nesimi’ye; gövdesi Pir Sultan Abdal’a; dalları ve budakları onlardan el alarak ilerleyen Edib Ahmed Harabi’ye ve iz sürücülerine nakışlanan geleneğin yirminci yüzyıldaki en önemli temsilcisi olan Aşık Mahsuni Şerif; politik gelişmeleri derinden takip ederek, kenarda durmayı tercih etmeyerek, bu geleneğin yolundan sapmadığını, bilakis geleneğin yerini sağlamlaştırdığını da açık ve net bir şekilde göstermiştir. Zaten bu gelenek politikanın, herhangi bir parti kapısını aşındırmadan önce, insanın kendi içinde tomurcuklanmasına, solmamasına çok önemli örnekler verdiği için “gelenek” olarak kabul edilmiş ve uzun süreli olabilmiştir. Sesini cinsiyetçiliğin zaafına düşürmeyen Aşık Mahsuni Şerif’e kulak verenler, geleneği erkeklerle sınırlandırmadığını, Münire Bacı’dan Güzide Ana’ya uzanan çizgide yer alan şairlerin seslerine ses kattığını da rahatlıkla algılayabileceklerdir.
Mahzuni Şerif, 1960’lı yılların ikinci yarısında şöhreti yakaladı ve özellikle sol hareketin yükseldiği 1970’li yıllar boyunca Türkiye’de bir Mahzuni kasırgası estirdi. Anadolu kırsalının aydınlanmasında büyük emekleri olan Mahzuni, yaşamı boyunca softalığa, dinin siyasete alet edilmesine, ABD emperyalizmine, baskı ve zorbalığa karşı bir duruş sergiledi. Bu nedenle mahkemeler ve hapishaneleri komşu kapısı yaptı.
Mahzuni’nin mahkemelerde yaptığı savunmalar da tarihe geçti. “Ey Arapça okuyanlar/ Allah Türkçe bilmiyor mu?” adlı eseri nedeniyle hakkında dava açıldı. Savcı, Mahzuni’nin “dine hakaret” suçu işlediği gerekçesiyle cezalandırılmasını istiyordu.
Mahzuni, mahkemede “Sayın savcı benim Allah’a hakaret ettiğimi söylüyor. Allah benden davacı ise önüne gittiğimde zaten davasını benimle görecek. Peki, bu durumda Allah sayın savcıya benim hakkımda dava açsın diye vekâlet mi vermiş? Allah’ın böyle bir vekâleti yoksa savcı, Allah adına davranmakla suç işlemiş olmuyor mu?” diyerek hâkimleri bile güldürmüştü.
Şair Eşref’e, “Şiirlerinde taşladığın kişi kimdir” diye sorulduğunda Eşref, “Benim şiirlerim numarasız gözlük gibidir, her namussuza uyar” yanıtını vermişti. Mahzuni’nin şiirleri de Eşref’inki gibi her devre ve her dönemin yolsuzuna, hırsızına, uğursuzuna uyuyor. 70’lerde yazdığı “Amerika katil” adlı eseri bugünlerde yeniden dillerden düşmez oldu.
Yaşadığı dönemin devr-i iktidarlarına karşı da sözünü esirgememiş, halk adına davacı olan Mahzuni, yıllar önce şöyle yermişti: “Bizim toprak toprak olduktan beri/ Bunun gibi daha arsız gelmedi/ Bu kadar sap yiyip saman bırakan/ Ağzı çirkin yüzü nursuz gelmedi.
Zehir ile yaremizi elledi/ Ateş ile terimizi yelledi/ Bizim elin anasını belledi/ Böyle dinsiz, böyle hırsız gelmedi.
Der Mahzuni insanların zorbası/ Terimizle pişti havyar çorbası/ Dün boyunda gezer iken torbası/ Yüzü kara gitti ama karsız gelmedi…”
* * * * *
Evet, Onlar…
Onlardan kalanlar…
Onları ve onlardan kalanları anımsamak/ anımsatmak çok önemli…
Hem de Ali Deniz Uslu’nun, “Tüketimi arttırmak için her yol mubah. Müziğin de propaganda ve reklamdaki belirleyici rolü büyük. Artık müzik, bizi sokaktan çevirecek belki de hiç kullanmayacağımız bir ürünü almamız için tetikleyip, mağazaya sürükleyecek kadar kullanışlı. Hem de bunu bize fark ettirmeden yapacak kadar sinsi. Mağaza zincirleri bunun farkında, çalışmaları bu yönde. Ama yapacağımız bir şey yok, çünkü biz dinlemesek de duyuyoruz,” diye anlattığı gibi müziğin negatife eklemlenmek istendiği gidişatta…
Hele ki, bazı müzisyenlerin, şarkıcıların, sanatçıların, “açılım” kahvaltılarındaki beşuş cehrelerle Tayyip Erdoğan’ın sofrasına dizildikleri günlerde…
Tam da bu noktada, müziğin negatife eklemlenmesine “Hayır” demek için, Amartya Sen’in, “Sorunlu dünyamızda uyumlu yaşamamızın dayanağı kimliklerimizin çoğulluğudur,” sözünü
unutmadan Victor Jara’dan Yupanqui’ye, Ruhi Su’dan Ahmet Kaya’ya ve diğerlerine kadar, yüreklerini ortaya koyanların cesaretine, müziğine, isyanına muhtacız bugünlerde…
23 Mart 2010 10:54:17, Ankara.