Faşizm kanıksanırsa eğer…
Bilinen bir hikâyedir: Afrika’da sayıları hayli yüksek olan bir öküz sürüsü, sürekli aslanların saldırısına uğramaktan gına getirmişlerdi. Ne yapalım, ne yapalım diye düşünürlerken, genç bir arslan onlara teklifte bulunmuş: »Siz siz olun, kendiliğinizden bize aranızdan birini verin. Hasta, yaşlı veya zayıf olanlardan birisini verebilirsiniz. Hem biz size saldırmaktan vazgeçeriz, hem de siz strese girmez, sürekli korku içerisinde olmazsınız.«
Öküzler aralarında teklifi konuşmuşlar ve olumlu bulmuşlar. Öyle ya, arslanların her saldırısında zaten en zayıf olan onların eline geçiyormuş, ama arada diğerlerinden bazıları da yaralanıyormuş. Böylece arslanlara her hafta en zayıf olanlarından birisini vermeye başlamışlar. Gel zaman, git zaman bir de bakmışlar ki, o büyük sürüden azıcık öküz kalmış. Aralarında konuşuyorlarmış, »yahu, nerede hata yaptık acaba?« diye. Yaşlıca bir öküz demiş ki: »asıl hatayı, ilk öküzü vermeyi kabul ettiğimizde yaptık!«
Son günlerde Türkiye’deki toplumsal cinnet görüntülerini televizyonlardan izlediğimde, hep bu hikâye geliyor aklıma. Genellikle Avrupa ağırlıklı yazıları kaleme alıyorum, ama bu sefer redaksiyondaki arkadaşlar darılmasın, kısaca Türkiye’ye değineceğim – Avrupa ile bir bağlantı kurmadan değil tabii ki.
1945 yılında Alman faşizminin yenilmesinden sonra Bavyera’ya gelen ABD askerleri, Dachau kentinde yaşayan Almanları silah zoruyla Dachau Toplama Kampına götürmüşlerdi. Onca yıl, yaz kış demeden kar gibi başlarına yağan küllerin, insanların yakıldığı krematoryumlardan geldiğini bal gibi biliyorlardı. O günlerden kalan bir filmde de görüldüğü gibi, toplama kampında cesetler arasında dolaşan Dachau sakinleri, gördükleri manzara karşısında kapıldıkları dehşeti gizleyemiyorlardı. Nitekim, Nasyonalsosyalizmin yarattığı dehşet, Almanların hafızasına, bir daha silinmeyecek bir utanç damgası olarak kazındı. Ha, bundan ders çıkartıldı mı, o ayrı bir konu.
Nasyonalsosyalistlerin iktidara gelmesindeki en önemli etkenlerden birisinin, kitlesel işsizlik ve müthiş yoksullaşma olduğunu söylersek yanılmayız sanırım. Yahudilere karşı kökleşmiş olan sosyal kıskançlık ve ırkçı karşıtlık, daha sonraları Yahudilerin malları aryanlaştırıldığında, yani Almanlar tarafından el konulduğunda da hiç hafiflemedi. Aksine, elde edilen imtiyazlar sonucunda faşizm kanıksanmaya başladı – ta ki müttefiklerin bombaları başlarına düşene dek. İşte o zaman kimi Alman sormaya başlamıştı: »Yahu, nerede hata yaptık acaba?« diye.
Günümüz Türkiye’sine şöyle bir baktığımızda, yoksulluğun giderek kitleselleştiğini, 687 milyar Dolarlık millî gelire rağmen, aşırı derecede dağılım eşitsizliğinin kök saldığını, sosyal sorunların kronikleştiğini, açık-gizli işsizliğin derin yaralar açarak büyüdüğünü, alt ve orta sınıfların devlet bütçesindeki açıkların ve borçlanmanın faturasını doğrudan ve dolaysız vergilerle ödediğini, bölgeler arası ekonomik ve sosyal eşitsizliğin giderek daha büyüdüğünü, ama farklı toplumsal katmanlara tanınan imtiyazların ve enformel sektörün sosyal patlamaları engellediğini görürüz.
Bununla birlikte, hiç kimsenin, yani halkın ve elitlerin hukuka güvenmediklerini, hukukun üstünlüğü ilkesinin gerçekleştirilmediğini; militarist şiddet sarmalıyla birlikte, bireyler arası ve toplumsal şiddetin yerleşik cinnet hâline geldiğini, geniş kesimlerin »hak gasp etmekten« rahatsız olmadıklarını; ekonomik, politik ve toplumsal yaşamda »orman kanunlarının« geçerli olduğunu; ölümün, trajedilerin, doğa katliamlarının kanıksandığını; şövenliğin, ırkçılığın, ötekileştirmenin had safhaya ulaştığını; küçük bir azınlık haricinde hiç kimsenin hâlinden memnun olmadığını; korku toplumunun yaşamın her alanında yarattığı travmaları görebiliriz. Ve aslında herkesin herşeyi bildiğini!
Bugün Kürtleri linç etmeye kalkışan Akyazılılar, Arifiyeliler, Konyalılar, İpsalalılar, Hayrabolular, Afyonlular, İzmirliler, Bayramiçliler ve diğerleri, bu gerçekleri, dağlara yağdırılan bombaların her Cent’ini kendilerinin ödediklerini; tarihte olduğu gibi, egemenlerin çıkarları için savaş meydanlarında gencecik bedenleri gömdüklerini; dedelerinin canlarına kıydıkları Ermeni’lerin malına-mülküne el koyulduğunu; »zenginlerin cüzdanından ibaret olan« vatan-millet-sakarya için insanlıktan çıkılmasına tahammül ettiklerini; »komşusu aç bitâpken« sıcak yataklarında uyuduklarını ve egoistce davrandıklarını bilmiyorlar mı? E, Allah akıl-fikir vermiş. Okuma yazmaları da var. Biliyorlar elbet, hem de bal gibi!
Asıl sorun da bu ya. Peki, ya çıkış yolu? Bugüne kadar söylenenleri tekrara ne gerek? O da biliniyor. Belki tek bir nokta eklemek gerekir: toplumsal gruplar, kendi çıkarlarını ancak kendilerinden farklı, kendilerinden zayıf olanların haklarını savundukları zaman koruyabileceklerini öğrenmeleri gerekir. Alevî, baş örtüsü özgürlüğünü savunduğunda; inananlar, inanmama hakkını sahiplendiklerinde; Türk, Kürdün eşitliği için sokağa çıktığında; emek hareketi, tekil talepler yerine, örneğin demokratikleşme için genel grev örgütlemeyi düşündüğünde; sosyalist, demokrat olmayı becerebildiğinde yeni ufuklar açılacaktır. Yani herkes, hep en zayıfın perspektifinden düşündüğünde, yarın öbürgün birisinin çıkıp, nerede hata yaptığımızı söylemesi engellenir. Haksız mıyım, ne dersiniz?
Murat Çakır
| 29 – 11 – 2009 |