|

Yaşam için ölenler ölmüş sayılmazlar!

Yaşam için ölenler ölmüş sayılmazlar!

Baskı ve zor, geleceğe dönük umut verici değişimin koşullarını da yaratır. Bu değişimi yaratacak olan yeni direniş biçimleri de, bu koşullar içinde filizlenir, boy verir.

Siteme karşı mücadele verenlerin, faşist rejimler tarafından uğradıkları katliamlar, işkenceler, gözaltılar, tutuklamalar ve kaybetmeler de, yeni direniş biçimlerini yarattı. Bu yeni direniş biçimlerinden biride, mücadele edenlere yönelik gerçekleştirilen tüm bu uygulamalara karşı çıkan ailelerin direnişi oldu.

Ailelerin, çocuklarının, eşlerinin, torunlarının ve yakınlarının mücadelelerinin birer parçası haline gelmelerinin bildik ilk örnekleri Latin Amerika’da görüldü.

Birçok Latin Amerika ülkesi, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde sözde bağımsızlıklarına kavuştular. Ancak daha önceki yıllarda tam sömürgesi oldukları büyük güçler, buralardaki iktidarların belirlenmesinde önemli rol oynamaya devam ettiler.

Buralardaki sömürüyü, yağma ve talanı eskisi gibi sürdürebilmek için, baskıcı rejimlerin oluşmasında belirleyici oldular. Bu baskıcı-demir yumruk rejimleri aracılığıyla, bu ülkenin halklarının, sömürüye, yağma ve talana başkaldırmalarını engellenmek isteniyordu.

Latin Amerika’da askeri faşist diktatörlükler geleneği işte böyle yaratıldı. Daha o yıllarda (19.yüzyıldan) başlayarak, çok sayıda Latin Amerika ülkesinde sayısız darbe gerçekleştirildi, faşist diktatörlükler birbiri ardına iktidara geldi-getirildi.

Sistem muhaliflerine yönelik en acımasız-vahşi yöntemlerin hayata geçirildiği askeri faşist diktatörlükler dönemi ise, 1960’lı yıllarda başladı denebilir. Bu askeri faşist diktatörlüklerinin vb. rejimlerinin bu süreçte iş başına gelmesini sağlayan esas güç ise, dünya hakimiyeti iddiasında, hemen yanı başında ki Latin Amerika özel önem taşıyan ABD emperyalizmi idi.

Bu dönemin ilk darbeler zinciri, 1964’de Brezilya’da, 1966’da Arjantin’de, 1968’de Peru’da, 1971’de Bolivya’da gerçekleşti.

Bunlar kıtada o zamana kadar görülmedik boyutta baskı ve vahşet uygulayacak olan başka askeri faşist darbelerinde habercisiydi adeta. Bunlar 1973’de Uruguay’da ve Şili’de, 1976’da ise yine Arjantin’de gerçekleşecekti.

Bu son üç faşist askeri darbe, dünya kamuoyunda yeni bir olgu ile tanışmasını da beraberinde getirecekti.

Kayıplar olgusu!

Sitem muhaliflerine dönük, katliam işkence, tecavüz, keyfi gözaltı-tutuklama ve daha bir dizi insan temel hale ve özgürlüklerini hiçe sayan, insanlık onurunu ayaklar altına alan, yaşam hakkını ortadan kaldıran uygulamalar arasında en derin yaralar, kayıplarla birlikte oluşacaktı.

Arjantin’deki askeri faşist diktatörlük, “kayıp” olan 30 bin civarında sistem muhalifi ile başı çekiyordu.

Arjantinli analar, eşler, kardeşler, aylarca mahzenlerde, mezarlıklarda, devlet dairelerinde, askeri karargah kapılarında yakınlarının akibetini öğrenmeye çalıştılar.

Faşist rejimin temsilcilerinden oldukları “oğlun biriyle kaçtı”, ”kızın terörist arkadaşları tarafından öldürüldü” vb. cevaplara inanmadılar. Analardan biri bu arama faaliyetleri sırasında söyle dedi; “olmamız gerek yer burası değil. Plaza de Mayo! 14 ana ilk kez 13 Nisan 1977’de başkent Buenes Aires’in merkezinde bulunan, cunta karargâhına 100m uzaktaki Plaza de Mayo’ya ( Mayıs Meydanı ) gittiler. Beyaz başörtüler takan analar, artık her Perşembe öğleden sonra 15.30’da ikişerli olarak, meydandaki piramidin etrafında tur atıyorlardı.

Eylemin bu biçimde gerçekleşmesinin nedeni, faşist diktatörlüğün toplu halde bir yerde durmayı yasaklamış olmasıydı.

İlk buluşmada 14 olan sayı ikinci buluşmadı 20’ye, aynı yılın aralık ayında 300’e çıkmıştı. Baskı-zor-vahşet koşullarının yarattığı bu yeni direniş cephesi, faşist rejimi rahatsız etmekte gecikmedi.

Eylemin kamuoyunda –hem de uluslar arası- giderek daha fazla yankı bulması, siyasal bir ivme kazanması, ailelerinin de yakınları gibi rejim tarafından tehdit olarak algılanmaya başlamasını getirmişti. Ailelerin eylemlerine dönük fili saldırılar başlamıştı. İlk önce eylem grubunun önde gelen 9 üyesi kaçırılarak kaybedildi. Bunu ailelerin çok sayıda avukatlarının ve yine birçok ailenin kaçırılarak, kaybedilmeleri izledi.

Ancak açık bir yıldırma-sindirme girişimi olan bu saldırılar, ailelerin yakınları için verdikleri mücadeleyi engellemeyecekler. Aksine mücadelelerini faşist diktatörlükten sonra sözde demokratik seçimle iş başına gelen, ancak diktatörlüğün uygulamalarını ört bas etme-meşrulaştırma çabası içinde olan sivil yönetimler döneminde de devam ettireceklerdir.

Çünkü onlar artık şöyle diyordu;

“Önce çocuklarımızı savunuyorduk, şimdi onların düşüncülerini savunuyoruz!

(Plaza de Mayo Anneleri )”

Önce çocuklarını, yakınlarını daha sonrada onların düşüncelerini savunan ailelerin varlığı faşist rejimlerin hüküm sürdüğü,  başka ülkelerde de ortaya çıkacaktı. Bu ülkelerden biri de Türkiye idi.

Türkiye’de AFC Dönemleri ve Aileler

Türkiye’de askeri faşist cunta dönemi, 12 Mart 1971 AFC ile başladı denebilir. Bu faşist darbe, 68 rüzgarlarının ülkede yarattığı devrimci çıkışı ve bu çıkışın önderlerini hedefliyordu.

Darbenin habercisi Mahir Çayan başta olmak üzere, bir çok devrimci öndere dönük katliamlar, yargısız infazlar acımasız saldırılar olmuştu. 12 Mart AFC, yükselişini sürdüren devrimci dalgayı, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan’ı idam ederek, darbe koşullarının hüküm sürdüğü 1973’de ise, İbrahim Kaypakkaya’yı Diyarbakır zindanlarında aylar süren işkencelerden sonra, 18 Mayıs 1973’te katlederek ezmeye çalışacaktı.

Ancak çok sayıda devrimci önderin katledilmesi devrimci dalganı yükselişini durduramamıştı. Bu devrimci önderlerin ardılları, onların mücadelesini daha da ivmelendirerek sürdürüyordu.

70’li yılların ikinci yarısından sonra ivme doruk noktaya ulaşmıştı. Hem ülkemizde hem de bölgemizde esen devrim rüzgarları egemen sınıfları ürkütmüştü. Çünkü bu yükseliş, emperyalist politikaların hayata geçirilmesini zorlaştırıyordu. İşçi-emekçi yığınların yaşama ve çalışma koşullarını altından kalkınamaz hala getirecek olan bir dizi emperyalist sosyo-ekonomik politika bu dönemde devriye sokulmak isteniyordu. Adına neo-liberal politika denilen bu politikalar, Latin Amerika’da 70’li yıllarda birbiri ardına gerçekleşen askeri faşist darbelerin gündeme gelmesinde de başlıca rol oynamıştı.

Bunların hayata geçirilmesi, ancak muhalefetin her türden baskı-zor ve vahşet uygulanarak ezilmesi-sindirilmesi teslim alınması ile mümkün olabilecekti. Toplumun diğer tüm kesimleri de böylelikle gözdağı verilerek, susturulacaktı.

Neo-liberal politikanın ülkemizde de hızla hayata geçirilmesine dönük ilk somut adım 1980’de, 24 Ocak kararları olarak adlandırılan, bir dizi sosyo-ekonomik kararın alınmasıyla atıldı. Ancak bu kararların hayat bulmasının önünde önemli bir engel vardı. Bu da devrimci yükselişin hız kesmeden sürüyor olmasıydı. Çok açıktı ki, toplumsal muhalefetin gücü, 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesine izin vermeyecekti. Bu gerçekliği çok iyi bilen ülke egemen sınıfları ve güdümünde oldukları ABD emperyalizmi, CIA’yi da devreye sokarak, uzunca zamandır “hazırlık” yapıyorlardı.

1 Mayıs 1977, 1978 Maraş, Sivas, Çorum katliamlarını ve ardından ilan edilen sıkıyönetim gelecekteki bazı gelişmelerin habercisiydi. Ve 12 Eylül 1980’e gelindiğinde, AFC sabaha karşı ülke yönetimine el koyduğunu ilan edecek, bu haber ülkede önce ABD’de “bizim çocuklar başardı” sözleriyle duyurulacaktı.

AFC ülkeyi ancak hapishaneye çeviriyor

12 Eylül AFC’sı toplumun üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Toplumsal muhalefeti bul dozer gibi ezip geçme, habersiz kuş bile uçurtmama niyeti daha darbe sabahı açığa çıkmıştı.

Darbenin ilk gününde başlayarak, yüzlerce insan evlerinden, iş yerlerinden, sokaktan gözaltına alınmış, daha düne kadar yasal zeminde faaliyet gösteren dernekler, sendikalar ve kurumlar yasaklanmış, işçi grevlerini de yasak kapsamına alınarak, tüm kurumların yöneticileri, üyeleri gözaltına alınmıştı. Böylece tüm ülke hapishaneye çevrilmişti.

Gözaltına alınanlar vahşi işkencelerden geçiriliyor, boşaltılan okulların birer işkence merkezine çevrildiği bu süreç, yeni bir mücadele cephesi  yaratmakta gecikmeyecekti.

Aileler harekete geçiyor

Ortaya çıkan bu yeni mücadele cephesinde yer alanlar, işkencehaneleri, hapishaneleri dolduranların, birçoğu kayıp edilen ya da katledilenlerin aileleri idi. Onlar da tipik Arjantinli analar gibi, yakınlarının akıbetini öğrenmek için emniyet, askeri kurumlar ve devlet daireleri arasında mekik dokuyor, günlerce buraların kapısı önünde bekliyorlardı.

Hapishaneler siyasi tutsaklarla dolup taşmaya başladığında,  zulmün yarattığı bu cephede yer alan aileler, hapishanelerin önünü mesken eyleyecekti artık. O zamana kadar, bırakalım bir ilden diğerine tek başına gitmeyi, bir semtten diğer semte bile gidemeyen analar, kardeşler ve yakınları hapishanelere, emniyete, kışlalara çıkan tüm yolları öğrenmişlerdi.

Siyasi tutsakların hapishanelerde uğradıkları zulme, vahşete, tek tip kıyafete vb. uygulamalara teslim alma çabalarına karşı gerçekleştirdikleri direnişler hapishane kapılarındaki tutsak yakınları arasında da yankı buluyordu artık. Tutsak yakınları birbirlerine giderek daha sıkı kenetleniyor, evlatlarının, eşlerinin ve yakınlarının dışarıdaki güçlü sesi oluyorlardı. AFC dışarıda büyüyen bu tehlikeyi fark etmekte gecikmeyecekti. Tutsak yakınları artık doğrudan AFC’nin hedefi haline gelmişlerdi. Ancak onlar, kendilerini hapishanelerin kapısından söküp atmaya dönük azgınca saldırıları yerlerde sürünerek gözaltına alınırken dahi birbirlerine kenetlenmekten vazgeçmeyerek yanıtlıyorlardı. Ve AFC’nin gücü onları bulundukları yerden söküp atmaya yetmedi. Ailelerin bu ortak mücadelesi, ortak bir kurumsal bir yapıya dönüşmekte gecikmedi. Bu süreç İnsan Hakları Derneği’ni ortaya çıkardı.

Tutsak Partizanların Aileleri Ön saflarda

Hapishanelerdeki tutsak partizanların aileleri bu sürece daha başından itibaren dahil olmakla kalmayıp, aynı zamanda süreci önemli ölçüde sürükleyen pozisyonundaydılar. Bunun içindir ki, İHD’nin kurucu üyelerinin büyük bir bölümü de, tutsak partizan ailelerinden oluşuyordu.

Onlar bir yandan hapishanelerdeki yakınlarına sahip çıkıyor, diğer yandan da ülkedeki tüm hak ihalelerinin karşısında yer alıyorlardı. Mücadelede şehit düşenleri sahipleniyor cenazeleri karşı devrimin tüm engelleme çabalarına rağmen ellerinden alıyor, ön saflarda yer aldıkları törenlerle son yolculuklarına uğurluyorlardı. Yakınlarını sahiplenme ve savunma giderek onlarda da, ( Tıpkı Arjantinli analarda olduğu gibi ) artık yakınlarının düşüncelerini sahiplenmeye-savunmaya dönüşüyordu. Evladını mücadelede yitiren bir ana; “ bir evladımı verdim, ama geride binlerce evladım var.” diyebiliyordu. Diğer siyasi tutsak ve şehitlerin yakınları ile omuz omuza AFC dönemi boyunca ön saflarda mücadele eden partizanların aileleri mücadelelerini sonraki yıllar boyunca da sürdürdüler. Çünkü faşizm hala hüküm sürüyordu. Hapishanelerdeki zulümde, kimi zaman artarak kimi zaman eksilerek de olsa varlığını koruyordu. Ölümüne direnişlerle kazanılan haklar, zulmü ve vahşeti geçici sürede olsa azaltıyor, ancak karşı devrim bir süre sonra saldırılarını yine tırmandırıyordu. Tırmanan her saldırı dalgası ise yine ölümüne direnişlere çarpıyor bu da aynı zamanda hapishanelerdeki direniş geleneğine yeni halkalar ekliyordu.

Partizan Aileler Kurumsallaşıyor

Hapishanelerdeki tüm bu inişli-çıkışlı süreçler, dışarıdaki ailelere yansıyor, onlarda içerdeki direnişleri her defasında dışarıda verdikleri direnişlerle yanıtlıyorlardı. 1989’da 30 Ağustos genelgesi sürecinde gelişen eylemler, ‘96 Ölüm Orucu başta olmak üzere 90’lı yılların hapishaneler cephesinde çok sayıda saldırının ve bunlara karşı direnişlerin olduğu yıllarda aileler de artık oldukça deneyim kazanmıştı. Bu deneyim şehitlerin sahiplenilmesi noktasında da ortaya çıkmıştı. Artık şehit ve tutsak partizanların ailelerinihn ve yakınlarının mücadelelerinde eksik olanı da tamamlanmasının zamanıydı. Bu eksiklik aileler cephesinde kurumsallaşmanın olmamsıydı.

Ailelerinin mücadelelerini süreklileştirmek, kalıcı bir örgütlenmeye dönüştürmek hedefiyle şehit ve tutsak ailelerinin mücadelesini kurumsallaştırmak gerekiyordu.  Dönemsel mücadelelerin eylem ve direnişlerin örgütlenmesi, geçici olarak bir araya gelen oluşumlar üzerinden gerçekleştiriliyordu. 1999’un bahar aylarına doğru, ciddi bir kurumsallaşma yaratmaya dönük atılan ilk somut adımlar Partizanların çok sayıda, art arda şehitler verdikleri bir döneme rastlıyordu.

Şehit ve tutsak aileleri cephesinde kurumsallaşmayı geliştirme sürecinin ilk ciddi adımlarından biri de, şehitlerin cenazelerinin kurumsallaşmaya denk düşecek biçimde sahiplenilmesi ve örgütlenmesi temelinde gerçekleştirildi.

Bunun anlamı şehit ve tutsak ailelerinin esas olarak kendi gücüne dayılı bir çalışma yürütmesiydi.            Çalışmayı esas olarak omuzlayacak olanların sayısındaki sınırlılık ve bazı yetmezlikler-eksiklikler, kurumsallaşma aşmasının başında karşılaşılan belli başlı zorluklardı. Ancak bunlar aşılamaz değildi. Şehitlerin cenazelerinin sahiplenilmesi-örgütlenmesi süreçleri bu zorlukların epeyce aşılmaya başlandığı bir zemin oluşturmuştu.

Cenazelerin örgütlenmesi aşamasında öncelikli olan, cenazenin alınmasıydı. Cenazeyi alma süreci, şehit ailesinin yanına deneyimli ailelerden verilmesi, şehit ve tutsak aileleri örgütlülüğünden birinin cenazeyi alma sürecine dahil olması ve bir avukat nezaretinde cenazeyi almak üzere yola çıkılması şeklinde gerçekleşiyordu.

Cenazenin karşılanması ise, meselenin bir diğer önemli boyutunu oluşturuyordu. Burada en önemli noktayı, mümkün mertebe fazla sayıda şehit ve tutsak yakınını cenazeyi sahiplenmeye katabilmek oluşturuyordu. Zamanın genelde bir-iki günle sınırlı olması (Cenazenin alınıp, getirilmesi süresi) geniş aile katılımını sağlamadaki belli başlı sorunlardan biriydi. Daha önceki dönemde bir kurumsallaşmanın olmayışı, aileler arasında bir iletişim ağı oluşmamasını da getirmişti. Böyle bir iletişim ağı aileleri harekete getirmeyi kolaylaştırabilirdi.

Cenazeyi karşılama, töreni organize etme görevini üstlenen şehit ve tutsak aileleri örgütlülüğünden faaliyetçileri bu kısa süre içinde en geniş aile kitlesine ulaşmak durumundaydılar. Bu da ailelerden bir çoğunu tanıyan, nispeten evlerini bilen başka aileleri de bu faaliyete dahil ederek gerçekleştiriliyordu. Gerekirse sabaha kadar dolaşılarak ailelerin cenazeye katılımı sağlanmaya çalışılıyordu. Bunların içinden daha duyarlı olanlar cenaze evine götürülüyor, şehit ailesinin acısına ortak olunmasının  yanı sıra, cenaze evine gelenlerin ağırlanmasını, yemek vb. yükleri de paylaşılıyordu. Mücadeleye yabancı olmayan, belli düzeyde bir sempatisi olan dahası çocuklarının ne için mücadele ettiğini bilen aileler, cenazelerini ve sahiplenmeye gelenleri de bu duruşlarına uygun karşılıyorlardı. Daha uzak olanların tutumları ise, kendileri gibi başka ailelerinin sahiplenişi karşısında genelde olumlu bir tutuma dönüşüyordu.

Cenazelerin örgütlenme süreçleri, ailelerle bağların giderek güçlenmesi, ulaşmakta zorluk çekilen bir çok aileye ulaşılmasını da beraberinde getiriyordu

Ailenin sadece cenazelere, eylem veya etkinliklere çağrılmak için ziyaret edilmesi gibi yanlış yaklaşımda yine bu süreçte aşılmaya çalışıldı. Çünkü ailelerinde bu yaklaşıma karşı ciddi eleştirileri vardı.

Özellikle de ailelerin yoğun olarak oturdukları bölgelere periyodik ziyaretler yapılması çabasına girildi. Bu ziyaretler bir evde gerçekleşiyor, o bölgedeki aileler (genelde olarak kadınlarla) de o gün oraya geliyordu. Birkaç saatlik sohbet tarzı bir toplantı gerçekleştiriliyordu. Ancak bunun içi mümkün mertebe doldurulmaya yani politik tutulmaya çalışılıyordu. Örneğin bir toplantının konusu kadın sorunu olabiliyordu.

İlk kampanya örgütleniyor

Bu çalışmalar sürerken, alanın isimlendirilmesi gündeme gelmişti. Aynı süreçte yapılan eylem, etkinlik açıklama gibi durumlarda, kendiliğinden denebilecek bir isimlendirmeyle atılan Partizan Şehit ve Tutsak Aileleri imzasının alanın adlandırılmasında kullanılmasına kadar verildi. Alanı kısaltılmış adıyla PŞTA olarak adlandırılıyordu artık.

1999’un ilk yarısı, uzunca zamandır artmış olan toplumsal muhalefete dönük saldırıların neredeyse zirveye ulaştığı bir dönemdi. Devrimci-demokratik kurumların olağanüstü denebilecek sıklıkta basıldığı, çalışanlarının gözaltına alındığı bu dönem ulusal hareketin önderinin yakalanarak Türkiye’ye getirildiği dönemdi aynı zamanda. Saldırılar adeta sokağa çıkma yasağı boyutuna ulaşmış, basın açıklaması da dahil her türden sokak eylemi açıkça yasak ilan edilmişti.

Saldırıların hapishanelerdeki siyasi tutsaklara yansımamasını elbette düşünülemezdi. Bu süreçte tutsak edilen iki partizan –Kemal ve Bülent Ertürk- siyasi tutsakların ölümüne direnişlerle kapattırdığı,  Eskişehir Tabutluğuna götürülmüşlerdi. Ertürk’lere dönük bu uygulama devletin intikamcı yaklaşımının ürünü olduğu kadar, aynı zamanda F tipi hapishanelerin zeminini de oluşturmaya dönüktü.

Ertük’ler tabutluk saldırısını ÖO başlatarak cevapladılar. Ertük’lerin durumuna dikkat çekmek ve hapishanelerde gelişen yeni saldırı dalgasına karşı duyarlılığı artırma, kamuoyu oluşturma vb. görevini ise PŞTA üstlenmişti.

Bunun başarılı bir biçimde gerçekleştirebilmesi için bir kampanya örgütlenmesi gündeme geldi ve bu yönlü karar alındı. Kampanya esas olarak sokak eylemlerinden oluşacaktı. Daha önce de vurgulandığı gibi, o dönem sokak eylemleri yasaklanmıştı. İstanbul Adliyesi önünde yapılacak olan bir basın açıklaması ile başlayacaktı.

Her türlü sokak eylemine kitlesel katılımda yaşanan belli zorluklar, yasaklı dönemlerde daha üst boyutlarda yaşanır.

Alandaki aktif faaliyetçi sayısının azlığı, ailelerin –henüz- kendilerini doğrudan ilgilendirmeyen her eyleme katılımı noktasında çok gönüllü olmaması (en azından büyük bölümünün ) vb. nedenler eyleme katılımın düşük düzeyde kalmasını getirmişti. Haberi olan ailelerin önemli bir kısmı da gelmemişti. Başlangıçta az olan sayı ilerde artabilirdi – ki öylede oldu.

Bu tabloya karşın, eylem için gelen az sayıda aile, eylemi hayata geçirme kararlılığını ortaya koydular. Polisin engelleme çabaları, sloganlarla yanıtlandı. Aileler yerlerde sürüklenerek gözaltına alındı.

Ancak bu “cılız” gibi görünen eylem, kamuoyunda oldukça ses getirmişti. Ailelerin sokak eylemi yasağını da yırtan bu eylemi, aynı akşam tüm televizyonların haber bültenlerinin ilk sıralarına oturmuştu. Verilen haberlerde eylemin gerekçesi de öne çıkıyor, Ertürk’lerin durumundan geniş bir kamuoyu haberdar oluyordu. Aslında eylem büyük ölçüde amacına ulaşmıştı.

Adliye önünde yapılan bu eylemi, kampanya kapsamında yapılan başkaları izledi. Aynı günlerde kampanyanın eş zamanlı olarak Ankara’da yürütülmesi gündeme geldi.

İlk başta az sayıda aile ile Ankara’ya gidildi. Burada, İHD ile birlikte bir eylem planı çıkarılarak, alt yapı oluşturuldu. Ardından ailelerin büyük bölümü İstanbul’da yaşayan ailelerin bir kısmının sayıları az olan ailelere katılmaları için Ankara’ya gitmeleri sağlandı.

Böylece hem İstanbul’da hem de Ankara’da birbirine paralel bir dizi eylem gerçekleştirildi. Bu süreçte kamuoyunun dikkati de soruna giderek daha fazla odaklanmaya başlamış, eylemler ve nedeni basında geniş yer bulur olmuştu.

PŞTA kampanyanın İstanbul ayağında, bir yandan kendi eylemlerini gerçekleştiriyor, diğer yandan da İHD cezaevi komisyonu ile ortak eylemler yapıyordu. Faaliyetçilerin bir kısmı zaten komisyonda yer alıyordu. Komisyon bu süreçte sorunu gündemine alarak, çalışmaların merkezine oturmuştu. Komisyonun uzunca zamandır F tiplerinin hayata geçirilme çabalarına dikkat çekme amaçlı dosya vb. çalışmaları da bu sürece katkı sunuyordu.

Soruna son noktayı hapishaneler koydu

Ailelerin, kah Ankara’da ağızlarını siyah bantlarla kapatarak, kah İstanbul’da iktidar partilerinin binalarına girerek vb. tarz ve yöntemlerle sürdürdükleri kampanya kapsamındaki eylemlerin hemen tümü gözaltılarla sonuçlanıyordu.

Sorunun nihai çözümünü ise hapishanelerdeki tutsakların harekete geçmesi getirmişti. O günlerde çok sayıda hapishanede fiili eylemlerin gündeme gelmesi, hapishaneleri ülke gündeminin ilk sıralarına oturtmuştu. Anlaşma sonunda Ertürkler başka bir hapishaneye sevk edilmiş, hapishanelerdeki siyasi tutsaklara dönük dönemsel bir saldırı daha geri püskürtülmüştü… Ta ki bir sonraki saldırıya kadar…

PŞTA, kurumsallaşma sürecinde, başlangıçta cılız bir güçle, sonraları ise artan bir katılımla kampanyanın kazanımla sonuçlanmasında önemli bir rol oynamıştı.

Aynı yılın yaz ayında, 17 Ağustos 1999 depremi yaşandığında, PŞTA faaliyetçileri göçük altında kalan halkın acılarını paylaşmak üzere deprem bölgesine gitmişti. Burada yardım ekipleri ile birlikte, gıda, giyecek vb. yardım malzemelerinin dağıtımına ve bir dizi yardım faaliyetine katıldılar.

Tüm bu süreçler, PŞTA faaliyetçilerine olduğu kadar, ailelere de ciddi deneyimler kazandırdı. Sonraki aylarda gerçekleşen eylemlere –örneğin Ulucanlar katliamına karşı eylemlere- katılım etkinliği de bu deneyimler ışında ele alındı.

Bu döneme denk gelen bir diğer önemli çalışma ise, TUYAB’ın kuruluşu oldu. 19 Aralık katliamının vahşi ve kanlı bir provası niteliğindeki Ulucanlar Katliamı, F tipine geçiş saldırılarının bundan böyle artarak süreceğinin somut işaretiydi. Bu beklenen saldırıların aile cephesinden de ortak göğüslenmesi zorunluluğu, ortak bir kurum olarak TUYAB’ın oluşması fikrini doğurdu. PŞTA’nın, hem başlangıcında, yani oluşumunda hem de sonraki dönemde yükünün büyük bölümünü omuzladığı TUYAB  bu sürecin ürünü olara ortaya çıktı.

Yukarıda, PŞTA’nın kurumsallaşmasının ilk dönemlerine dair bir panorama sunmaya çalıştık. Şehit ve tutsak ailelerinin mücadelesinin ortaya çıkış serüvenini ve deneyimlerini yarattığı kazanımları kısa da olsa bültenimizde yayınlamayı gerekli gördük. Şehit ve tutsak ailelerinin yakın mücadele geçmişini de hafızamızı tazelemek, deneyimlerimizden yararlanmak adına önümüzdeki sayılarımızda yazılı hale getirmeyi sürdüreceğiz.

Bir bülten okuru

Bir cevap yaz