|

CUMARTESİ ANNELERİ eylemlerine kaldıkları yerden devam ediyor

Tarihler 27 Mayıs 1995’i gösterdiğinde bir grup kayıp ailesi o tarihe kadar çeşitli biçimlerde yaptıkları eylemlerini yeni bir boyuta taşımışlardı.

1992 Temmuz’unda gözaltına alındıktan sonra kaybedilen Hasan Gülünay, 1995 Mart’ında Gazi direnişinin ardından 21 Marta kaçırılarak kaybedilen Hasan Ocak, Türkiye Kürdistan’ında Kürt Ulusal Mücadelesi’ni bastırma için JİTEM tarafından onlarca yüzlerce kaybın ailesi yakınlarının akibetlerini öğrenmek kaybedilenlerden hesap sormak için gidilmedik yer, çalınmadık kapı bırakmamışlardı. Kayıplarını ararken kimsesizler mezarlığında önce Rıdvan Karakoç’un cenazesine ulaştılar. Bu sonuç, umutlarını daha da arttırdı. Ve süreci daha da örgütlü örmenin yollarını aradılar. Ardından gözaltına alındıktan 55 gün sonra Hasan Ocak’ın da cenazesi bulundu. Bunun üzerine kayıp aileleri, tıpkı Arjantin’de her Perşembe kayıplarını arayan Plaza De Mayo anneleri gibi 27 Mayıs 1995’ten itibaren her cumartesi ellerinde yakınlarının fotoğrafı, dillerinde onların öyküsüyle seslerinin tüm dünyaya duyurmaya çalıştılar.

Her cumartesi yarım saat boyunca kimi zaman sessiz çığlıklarıyla, kumu zaman öfkeli sloganlarıyla devletten hesap sordular. Kırmızı karanfillerle bezenmiş fotoğrafları söylenecek en güzel sözleri söylüyorlardı zaten ellerinde…  ortak adları “Cumartesi Anneleri” olmuştu artık. Her gittikleri yerde öyle anılıyorlardı. Her hafta bir kayıp tanıtılıyor, kısacık yaşam öyküleri belleklerimize kazınıyordu. Yaşam öykülerinin son bulduğu yer, tıpkı yakınlarını buluşturan acılar gibi ortaktı… Öyküleri Gayrettepe ve JİTEM işkencehanelerinde; asit kuyularında, toplu mezarlarda son buluyordu. Kısacası polisi, JİTEM’i, Özel Harp Dairesi’yle devletin “Şefkatli kollarıydı” öykülerinin kesiştiği yer.

Galatasaray Lisesi’nin önü her cumartesi günü kayıp ailelerinin yanında tutsak yakınlarının, devrimci, demokrat, yurtseverlerin de randevu yeri olmuştu artık. Demokrasi mücadelesinde önemli bir mevzu haline gelen Galatasaray Lisesi ve Cumartesi eylemleri zamanla uluslar arası kamuoyunda da ses getirmeyi başlamış, her hafta yurt dışından çeşitli heyetleri konuk etmişti. İstanbul’un dışında İzmir, Ankara, Diyarbakır’da da benzer eylemler bu sesi her gün daha da çoğalttı. Hesap soran ‘kayıplarımızı istiyoruz, kaybedenler yargılansın’ diyen seslerin çoğalmasını hazmedemeyen devlet çareyi eylemleri yasaklamakta, çocuk, yaşlı demeden ailelere saldırmakta, yerlerde sürüklemekte, gözaltına alıp tutuklamakta buldu. Faşist devletin egemenleri tarafından dile getirilen ve tamamen kayıp ve tutsak yakınlarının mücadelesini kamuoyu nezdinde saptırmak isteyen “çocuklarını dağlarda PKK’dan sorsunlar ”biçiminde açıklamaları, kayıp ve tutsak analarının karşısına çıkardıkları “Cuma Anneleri”de Cumartesi annelerinin direncini kıramadı. Zaman zaman eylemlere katım azalsa da Cumartesi Anneleri tam 200 hafta Galatasaray Lisesi önüne gelmekte ısrar ettiler

Aileler artan baskılar sonucu 13 Mart 1999’da eylemlerine ara vermişlerdi…

Son dönemde yürütülen Ergenekon operasyonu çerçevesinde eski JİTEM’ci Abdulkadir Aygan ve Tuncay Güney’in ‘90’lı yıllarda öldürülen kişilerin birçoğunun Silopi’deki BOTAŞ kuyularına atıldığı yönündeki itirafları, yine bu operasyonda katliamlardan 1. dereceden sorumlu olduğu halk tarafından bilinen bazı katillerin de tutuklanması kayıp ailelerinin yeniden harekete geçmense neden oldu. Ergenekon davasında müdahil olmak için ve kayıpların da bu davaya eklenmesi için çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. Daha önce 200. hafta da ara verdikleri Cumartesi eylemlerine kaldıkları yerden; 201. haftadan itibaren devam etme kararı aldılar. Başta İstanbul, Diyarbakır, Ankara, İzmir, olmak üzere bir çok ilde kayıp yakınlarının sesleri duyulmaya “silahlar yetmez, kayıplar bulunsun, sorumlular yargılansın” sloganı yayılmaya başladı. Kayıplar mücadelesinde daha öncede önemli bir işlevi olan bu eylemler bugün de devletin katliamcı yüzünün açığa çıkarılması, teşhir edilmesinde aynı işlevi sürdürüyor.

“ÖLÜLERİMİZİN KEMİKLERİYLE YÜZLEŞECEKSİNİZ”

Zorunlu göç, köylerin yakılıp yıkılması, yoksulluk, bilinçli olarak geri bıraktırılmışlık, işkence ‘faili meçhul’ gözaltında kayıp, ölüm… Bütün Kürt coğrafyasında hemen hemen herkesin maruz kaldığı ‘olağan’ sayılan şeyler… Burada çocuklar, dünyaya gözlerini açar açmaz devletin kara zulmüyle tanışıyor. Kendi yaşıtları uçurtmalar, oyuncaklar, çiçekler çizerken; onlar halay çekerken, oyun oynayan, çocuklara saldıran polis panzerlerinin resimlerini yapıyor. İşkencelerin, katliamların, ölüm kuyularının gölgesinde büyüyorlar. Daha çocuk yaşta savaşın içinde yerlerini almak zorunda kalıyor, “terörist” ilan edilerek kurşunlara hedef oluyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, kaybediliyorlar…

Zulmün kapkara rengine inat; sarısı, kırmızısı, yeşiliyle baharın bütün canlılığını barındıran bu coğrafyada binlerce kaybın olduğu ölüm tarlaları olarak ta ifade edilen bu topraklar, tıpkı Cizre’de olduğu gibi baharda açan gelincik tarlalarına dönüşebiliyor. Yıllardır umutlarını hiç yitirmeden kayıplarını arayan yakınlara ‘bizler buradayız, bizi uzakta aramayın’ diyorlar adeta…

Kayıpların çok uzakta olmadığını bilen aileler, yapılan itiraflar, Ergenekon operasyonu çerçevesindeki tutuklamaların ardından daha da cesaretlice girişimlerde bulundular. Şırnak barosu kendisine başvuru yapan ailelerle birlikte Silopi Cumhuriyet Başsavcılığından itiraflarda adı geçen yerlerde kazı yapılması için izin verilmesini istedi. Oluşan kamuoyunun ardından savcılık BOTAŞ’ta ki kuyularda ve Silopi’de kazı yapılması için izin vermek zorunda kaldı! Ancak ani bir karar değişikliğiyle 5-11 Mart tarihleri arasında yapılacak olan kazının 8 Mart eylemlerini gerekçe göstererek ertelendiğini duyurdu. Bu karar bölge halkında, elbette daha önce de ilk açıldığı ‘96’dan sonra ‘temizlendiği’ düşünülen bu kuyularda kazı öncesi delillerin yok edilmesi için zaman kazanıldığı ve yeni bir temizlik yapıldığı görüşünü güçlendirdi. Bütün bunlara rağmen nihayet 9 Martta başlayan ve birkaç yerde yapılan kazılarda çok sayıda kemik parçaları, bir kafatası, elbise parçaları, ip vs. bulundu. Çok geniş bir alanda toplu mezarların bulunduğu düşünüldüğünde (Şırnak Baro Başkanına göre belki 100 noktanın daha kazılması gerekiyor) istenildiği kadar temizlik yapılsın bütün kemikleri temizlemek mümkün olmamış demek ki!

Bu kuyular, ilk kez 1996’ada açılmış ve buradan cesetler çıkarıldığı halde üstü tekrar kapatılmış. Silopi kuyularında kazı yapılması için uğraşan avukat Tahir Elçi, bir röportajda konuyla ilgili şunları söylüyor; “1996’da açılıyor. Ancak karşılaşılan korkunç manzara ve o tarihteki psikolojik ortam nedeniyle üzeri yeniden kapatılıyor. Tanıklar var. Korucu başı ve aşiret reisi Osman Demir’in bir akrabası JİTEM tarafından öldürülüp bu kuyuya atılıyor. Ama Demir’in adamları JİTEM’cileri takip ediyor. Sonra bu kuyu açılıyor. 5-6 ceset çıkarılıyor. Ama bakılıyor ki cesetlerin sonu yok, kuyu geri kapatılıyor. Bu kuyular, faali meçhul cinayetlerin Simge ve sembolü”

Cizre’ye bağlı Kuştepe Köyü de kazı yapılan yerlerden biri. Savcılığa ifade veren ve isminin açıklanmasını istemeyen bir tanık korucu başı ve Cizre eski belediye başkanı Kamil Atak’ın himayesinde Hizbullah üyelerinin PKK’ye yardım ettikleri iddiasıyla alınan bazı kişileri bu köyde sorgulayıp öldürdüklerini söylemesi üzerine köyde kazı yapıldı. Kuştepe köyü 1996 yılında boşaltılmış. Atak ailesinin onayıyla Hizbullah’ın örgütlenmesine açılan bu köy bölge halkınca JİTEM ve Hizbullah’ın sorgu merkezlerinden biri olarak biliniyor.

2000 yılında Cizre elektrik dağıtım şirketinin trafo inşaatı sırasında yaptığı kazılarda bir toplu mezar ortaya çıkmış bu köyde. Savcılığa konuyla ilgili bir ihbar gittiği halde hiçbir yasal işlem yapılmayıp çıkarılan cesetler kimsesizler mezarlığında gömülmüş!..

O yıllarda yaşayan bölge halkından bir kadının söyledikleri, olayın boyutunu gözler önüne sermeye yetiyor. “ kuş cıvıltılarını unuttuk. Silah sesleri altında yaşamaya çalışıyorduk. Dışarı çıkmak savaşa girmek gibiydi bizim için. Kendi evimize hapsolmuştuk. Ama evimizin bile güvenli olmadığını biliyorduk. Çünkü bu köyde ölüm korkusu her eve girmişti… Köyden hiç ayrılmayan ve Atakların tüm ihtiyaçlarını karşıladığı Hizbullahçılar dışarıdan gelen ve getirilen insanları burada soğruluyorlardı. Sorgulanmak üzere köye getirilen insanların birçoğu köye girdikten sonra kayboluyordu. Sorgu evleri, evlerin altında kazıkları sorgu odalarıydı ve buraları sığınak olarak da kullandıklarını biliyorduk. İnsan çığlıklarını çoğu zaman duyuyorduk ama bodrum katlarından geldiği için çok yüksek sesle gelmiyordu. Ve biz de bu sesleri çocuklarımız duymasın diye ninnilerimizle bastırıyorduk. Köyde kazılan yerin yan tarafı kazılırsa daha çok delil çıkacaktır, bu köyde zaten kemik bitmez…”

Şu ana kadar yapılan kazılarda çıkarılan kemikler adli tıp tarafından inceleniyor. Ortaya çıkarılan bu kemikler binlerce kayıp ailesi için umut oldu. Umutlar kesilmediği müddetçe ailelerin acıları kesinlikle küllenmiyor… Acılar, özlemle birlikte katlanarak daha da büyüyor ve kayıp aileleri yıllarca bu işkenceyle yaşıyor. Öyle ki çocuğunun kemiklerini bulursa sevinecek, acısı küllenmeye başlayacak. Cizre’de bir kayıp annesi Fatım Özer televizyonda bulunan kemiklerle ilgili haberleri izlerken belki umuttan belki üzüntüden şoka giriyor ve dilini kaybediyor… Başka bir ana Hüseyin Morsümbül’ün annesi Fatma Morsümbül ise 12 Eylül’ün hemen ardından gözaltına alınarak kaybedilen oğlunun kemiklerini isteyerek “oğlumun kemiklerini istiyorum! Kemikleri sırtımda gezdireceğim, bir daha gömmeyeceğim, çünkü onlar tertemiz, daha 18 yaşındaydı…” böyle binlerce kayıp annesi çocuğunun gidip geleceği, dert yanacağı bir mezarı olsun istiyor…  Aileler kayıpların Ergenekon davasına dahil edilmesini sorumluların yargılanmasını istiyor.

1000’lerce sayfa iddianameye, klasörlere yapılan kazılarda çıkan silahlara, kemiklere, yapılan itiraflara, ‘pişmanlıklara’ rağmen; katliamlar, yargısız infazlar, işkenceler, asit kuyuları, bu operasyon kapsamına alınmıyor. Onca delil, tanık vs. olduğu halde Adalet Bakanı, bunları yeterli görmüyor! Bakan’a göre devletin kolluk güçleri tarafından gözaltına alınıp akıbeti öğrenilemeyen binlerce kaybın varlığı soruşturma için yeterli delil teşkil etmiyor! Oysa biz biliyoruz ki söz konusu olan yurtseverler, devrimci ve komünistler olduğunda yeterli delile gerek duyulmadan doğruluğu dahi kanıtlanmayan ‘suçlamalarla’ en ağır cezalar verilebiliniyor.

Kayıp ailelerinin “ ölülerimizin kemikleriyle yüzleşeceksiniz” sözlerinde olduğu gibi bilinen daha da açığa çıkarılan bu gerçeklerin, katillerin nezdinde bir yüzleşme olmadığı açık. Aksine bu operasyon devletin gerçek yüzünü kapatma, üzerini örtme devleti aklama çabalarından başka bir amaca hizmet etmiyor.

Bir cevap yaz